Stardust, Neil Gaiman'ın bir romanı. Sevdiği kıza, sevgisinin göstergesi olarak yeryüzüne düşen bir yıldızı hediye etmek için yola çıkan genç Tristan'ın ve yolculuğunun hikayesi...

Seneler önce bana armağan edilmişti bu kitap. Uzun bir süre başucumda kaldı. Bundan birkaç sene önce de kitabı armağan edenle filmini izlemiştim. Bizim için özel bir kitaptı. Ama nedense o zaman filmden bugün izlediğim kadar etkilenmemiştim.

Sanırım ben de Tristan'ın gibi kendimi uzun bir yolculuğa adamışım ve yanımda olanları kaçırıp gitmişim. Neyse ki yolculuğumu tamamladım.

Şimdi Stardust'ı kaybolduğu kitaplar arasından çıkarma zamanı. Çünkü elimde bir tane Babil mumu var artık onu yakma zamanı geldiğinde olmak istediğim yerde olabileceğim.

The Tudors


Son bir haftadır 16. yüzyılda İngiltere’deyim. VIII. Henry artık son dönemlerine geldi. Hiç ayrılmak istemediğim için olabildiğince geç vedalaştım kendisi, kraliçeleri, çocukları, soyluları ve halkıyla. Şimdi de gerçek zamana dönemiyorum çünkü bulunduğum zaman asalet ve zarafetten uzak geliyor. Evet bu cümleyi okuduğunuzda o döneme ait birçok kötü şeyden bahsedeceksiniz biliyorum ama ben halktan bahsetmiyorum ki saray halkının kılık kıyafetinden , bazi asil olan insanların tutum ve davranışlarından bahsediyorum. O yüzden hiç üstüme gelmeyin bugün halkın içinde değilim.
Sanırım birkaç yüzyıl geç ve biraz alt tabakada doğmuşum. Çünkü eğer reenkarnasyon varsa önceki hayatlarımda kesinlikle soyluydum, mesela bir kraliçe, bir prenses, bir düşes, bir sultan vs hiç fark etmez kesinlikle öyleydim.

Hiiç

peace Uzun zamandır kendimle başbaşa kalamadım bu yüzden de kusmam gereken şeyleri yazmak için kullandığım bloğumu ihmal ettim. Şu anda hala kusacak birşey bulamasam da sadece depresif halimi anlatmaya alışık olan beni, mutlu halimi de anlatmaya zorlamak için yazıyorum. Ne kadar zor, kelimeler gelmiyor…

Bir ben var bu aralar benden öte mutlu olan, bir ben var bu aralar yaşadığı ve karşılaştığı şeylere şükranla bakan, bir ben var bu aralar ait olduğu yere götüren taşları toplayan.

Ne kadar sıkıcı:)) biraz malzeme toplamam lazım...

Kökler

kökler İnsan bulunduğu yere kök salmaya meyilli bir varlık sanırım. Kök salma durumu da sanırım salınan iyi olduğundan değil çoğu zaman yeni yerlerin nasıl olacağı bilinmezliğinin getirdiği korku ve bulunduğu yerin ne olduğunu bilmenin güveninden kaynaklanmakta.

Ben bu aralar köklerimi bulunduğum topraktan çıkarmaya çalışıyorum. Çünkü toprağım verimsizleşti, iyi beslenemiyordum biraz da zararlı hayvanların saldırısına uğramıştım. Ben de kendimi korumak için yeni bir toprak buldum içimde daha iyi beslenme umuduyla…Ama köklerimden kalbime yakın olanları sızım sızım sızlıyor. Çünkü onlar o verimsiz toprak içinde yaren, dost bulmuştu kendisine…Ne zaman susuz ve gübresiz kalsa oraya doğru yönelirdi…Onları bırakmak en acısı…Ama umuyor ki onlarla başka topraklarda yine karşılacak…

Herkesin yaşadığı ama kendisine has zannettiği tuhaflık içerisindeyim…

Özdemir Asaf’tan alıntı yapan Dostuma…

Ben size ne yaptım
Çağrı mı, armağan mı, ceza mı
Ne vardı böyle karşıma geçecek
Ben ne yazılar ne çizgiler yitirdim hatırlamadım
Ne var ki sizinki onlar gibi gitmeyecek…

Bir Yol Hikayesi…

inkum 23 Nisan tatilini fırsat bilen 9 arkadaşımla birlikte önce Amasra oradan da Safranbolu’ya gittik arabalarımızla. 23 Nisan’da sabaha karşı başlayan yolculuğumuzun ilk durağında saat 10 civarında Amasra’yı kuşbakışı gören bir tepede kahvaltımızı yaptık. Manzara inanılmazdı, mavi denizin üzerinde yeşil kara parçalarını izlerken kuş sesleri kulaklarımıza, rüzgarın ve deniz çam kokan nefesi ise yüzümüze vuruyordu.Kahvaltımızdan sonra Amasra merkeze indik ve  başladık turlamaya. Önce çok tatlı bir çiftin teknesinde Amasra turu yaptık, sonra Amasra’nın çarşında alışverişimizi yaptık üzerine Barış Akarsu’nun heykelinin bulunduğu meydanda denize bakan bir kafede bir şeyler içtik ve en sonunda da kapanışı Amasra’nın ünlü bir balıkçısında yaptık. Derken Amasra’yı ağzımızda güzel bir balık ve salata tadıyla bıraktık koyulduk Safranbolu yoluna…

İşte tam bu yol üzerinde bu tatilin en güzel anı yaşandı…İnkuma giden çamlık yolda çok güzel bir müzik eşlik ediyordu bize…Pamflüt ezgisiyle dolu bu şarkı büyüledi beni içime huzur doldurdu biraz hüznüyle birlikte…Şimdi bu satırları yazarken bu şarkıyı dinliyorum. Tatilin en güzel kazancından birisi oldu bu…

İkinci kazancım ise yerinde duramayan, maceraperest ve çokça da insan sohbetine düşkün olan Mehmet’in keşfettiği Hüsnü Amca oldu. İnanılmaz beyaz pos bıyıklara sahip, 50 yıldır Safranbolu’da bir dükkanda el emeği olan deri malzemeleri ve değişik parçaların satıldığı dükkanının sahibi olan Hüsnü Amca…O da ikinci kazancım oldu Mehmet’le bana elleriyle yaptığı deri bilekliğim ve ondan aldığım inanılmaz boncuklarımla hep onu hatırlayacağım…

Not:Mehmet ne acayip bir insansın sen…Ruhun bu zamana ait olmayan bir yerden gelmiş ve sıkıştığı bu yerde nereden geldiğini arıyor olmalısın ki sürekli geziyorsun.Aradığın şeyi bulman ama bu zamanı ve bizleri de bırakmaman dileğiyle..

Gürültü Ustaları

might get loud

Esvan’dan aldığım uyarı sonucunda bu belgeseli izlemeyen hassas ruhlara sesleniyorum; lütfen devamını okumayın çünkü belgesel hakkında biraz yorum yapacağım.

3 farklı gitaristin kendi tarzlarını oluştururken yaşadıkları farklı ama bir o kadar da aynı yolların anlatıldığı belgesel Jack White’ın köyde inekler arasında cola şisesi, tel ve tahta parçasıyla gitar yapmasıyla başlar ve yaklaşık 2 saat boyunca sizi müziğin yaratıcılığında dolaştırır. O kadar çok şey var ki değinmem gereken bu konuda bir sürü şey yazabilirim. Ama sanırım en doğrusu izledikten 2 gün sonra bende kalan tortuyu paylaşmak olur…

Belgesel size yaratıcılık yolunda tıkanmaların çok normal olduğunu paniğe kapılmamanız gerektiğini, içinizdeki çocuğu dinlemeniz gerektiğini (Jack White’ın küçük versiyonunu görürüz zira belgeselde), bir mabedinizin olması gerektiğini (The Edge’ın kaçtığı ve dalgalara karşı gitar çaldığı yer), yalnış açıdan baktığınızda karmaşık görünen şeylerin aslında bakış açınızı değiştirdiğinizde ne kadar net olduğunu anlatır gitar soloları eşliğinde…

Bir pazar gecesi bunları hissetiren belgeselden çıktığımda Esvan’a Jack White’ı neden daha önce fark etmediğimi söyleyip durdum…Blues temelli gitar çalması, baştan aşağı arıza olması beni o kadar etkiledi ki aşık oldum kendisine çünkü:))

Kendileri:)

jack'im

Not: Esvan iyi ki varsın da bunları paylaşıyorum seninle:):)

Atatürklü Reklamlar

240320102226176639575 Son 1-2 senedir sürekli farklı temaların işlendiği Atatürk’ün kullanıldığı reklamları izliyoruz. Sizi nasıl etkliyor bilemiyorum ama Anadolu Sigorta’ya ait en son reklamla artık bendeki sabır taştı. Ne amaçlanıyor bu reklamda bir anlam veremedim. Hangi mesajı almam lazım? Birkaç defa izleyince cevaplar gelmeye başladı…

Bu sene Elazığ’daki depremde köylerin geldiği durum ile reklamdaki 1924 Erzurum depreminde köyün geldiği durum arasında bir fark göremiyorum. Sene 2010 ama özellikle doğudaki köylerin içinde bulunduğu durum hala içler acısı. Atatürk’ün 6 ayda kurduğu kuruluşa 85 senedir önem verilmediği için mi hala insanlar kerpiç duvarların içinde yitip gidiyor, peki bu hayatların sorumluluğu kimde? O günden farklı olmayarak insanımız hala devletinden talep eder konumda değil, daha insani koşullarda yaşamak gibi en temel hakkını bile savunamıyor. Saltanat düzeni genlerimize işlemiş… Bunlar aklıma takılan ilk noktalar o zaman sorarım size reklamın sonunda yazdığı gibi biz nasıl KAYBETMİYORUZ?

Sorgulamadan yüzeysel bakarak, tabular içinde kalarak, açılım-kapanım, hukuk-guguk, anayasa-tasayasa arasında gidip gelerek her geçen gün KAYBEDİYORUZ.!!

Nice 85. senelere…Gerekli mesajı aldım…

Not: Ne kadar çok hala kullanmışım.

NEVRUZ&NEWRUZ


Eskiden mevsimlerle pek bir bağım olmazdı. Sadece yağmuru ve bulutlu havaları sevmezdim. Güneşi, denizi severdim. Ama şimdi farklı bir gözle bakıyorum mevsimlere...O yüzden şimdi gördüğüm gözlerimde sonbahar ve ilkbaharın yeri ayrı. Sonbahar yerine daha yeşili ve tazesi gelsin diye yapraklarımızı döktüğümüz mevsim. Garip bir hüznü var...Eskilerle vedalaşamadığımız için belki acıklı bir tarafı var bu mevsimin, kahvenin ve sarının bütün tonlarıyla hüzünlü resmini çiziyor bize ve doğaya. Diğer taraftan bahar, uyanışın dirilişin mevsimi. Her şeyin yeniden aynı ve eğer gerekenler yapılmışsa daha fazlasıyla elde edildiği mevsim. Her defasında kış ne kadar çetin geçerse geçsin inadına yeniden doğuşu doğanın...Yenilenmenin, tazelenmenin mevsimi rengarenk...


Bahar geldi...O kadar mutluyum ki, bahar ışıklarının bedenimi ve ruhumu yenilemesi içi bütün perdelerimi aralayıp penceleremi açıyorum; aydınlık karanlık ile temiz ve taze hava rutubet ile yer değiştirsin diye...

Umut'un Sesi Umudun Sesi...


Umut, katkım olursa hayatı daha iyi olur düşüncemin umudu. Saflığın ve temizliğin simgesi kara gözlere sahip 8 yaşında bir çocuk...Vicdanımı susturmak için yaptıklarıma "emeklerinizi boşa çıkarmayacağım" diyerek yüreğime sızı koyan çocuk...

Düştüğünde arkasında, beni istediğinde yanında, yolunu kaybettiğinde yol göstermek için önünde olmak istediğim Umut...

Umudumun gamzeli, güzel yüzü...

PENCERE IŞIĞI


Bundan bir hayli zaman önce, ben bir pencerenin ışığını gözlerdim. O ışık beni yaşatırdı. O ışığın yanması beni umutlandırır, yanmaması ise mutsuzlaştırır, hırçınlaştırırdı.

O ışık yazık ki ne çok şey ifade ederdi. Ama gördüm ki güneşim sandığım ışık meğerse gaz lambasıymış...Geçen gece yine gördüm o ışığı gazı bitmek üzereydi, kararmaya başlamıştı, is yaptığı kalbimi soğuk ve karanlık bir mart gecesinde ellerimde izleri kalarak temizledim ve uzaktaki cılız ışığına bakarak yoluma devam ettim geçmişte hissettiklerime acıyarak...

TIKANMACA


Pek sevgili okuyucum, bu aralar bir tıkanıklık içerisindeyim. Her türlü açıcıyı denesem de henüz tıkanıklığı ruhumdan, beynimden ve de vücudumdan atabilmiş değilim. Bu yüzden sol tarafımda bir ağrılık VAR:) hafifletmeye çalışıyorum. Tıkanıklık en kısa zamanda gidirilecek olup, paylaşımlarıma kaldığım yerden devam edeceğim.

Paniğe gerek yok her şey kontrol altında...:) Ama şimdilik bu karalamaca ile idare ediverin...

Hangi gözlerle bakarsın bana ve aynaya,
Hangi düşünceleri getirirsin gece yatağına yanında
İçerden bir yerden duymazsan bir hayıflanma, o zaman aldırma
Demek ki kandırmaca iş başında!

BAJAR

bjar Son zamanlarda sürekli dinlediğim grup…

Her dinlediğimde bambaşka yerlere gidiyorum ve gittiğim yerdeki kahrolası bir ses bulunmak istediğim yerin içinde bulunduğum yer olmadığını yüzüme çekinmeden vuruyor. O küstah ses sonra kulağıma cam bir fanusun içinde hapsolduğumu fısıldıyor. Görmüyor musun diyor bana, fanusun içinde o kadar çok insan nefes alıyor ki sana temiz hava kalmıyor diyor, sonra yalvaran bir ses tonuyla boğulma diyor…Bu aralar o sesle uğraşıyorum, onu ikna etmeye çalışıyorum, gündelik dertleri anlatıp onları çözmeden çıkamayacağımı söylüyorum, kanmıyor inanmıyor bana. Çıkmalısın, kaçmalısın bu renkli kalabalık fanusun içinden diyor. Ben de kaçış planımı düşünüyorum küçük bir delik açıp kurtulsam mı yoksa camı kırıp herkesin temiz hava almasını mı sağlasam? Ama sonra diyorum ki eğer ben kurtulur camın diğer tarafındaki hayatı onlara gösterirsem beni takip ederler…Nasıl inandıracağımı düşünüyorum, gözünü, aklını, kalbini kapatan insanların içine nasıl sızarım diyorum, sonra Bajar’ı düşünüyorum,onlar Nezbe diyorlar, ben onlara, gerçekliğime yaklaşıyorum ama bulunduğum ortamdan uzaklaşan beni nereye koyacağımı bilemiyorum ve yine cama çarpıyorum…

CAD9UOYR

Sessizlik ve Karanlık İstiyorum...


Bugün sessizlik ve karanlık istiyorum.Gerçeği işitmediğim sesleri, doğru yüzleri göremediğim aydınlığı istemiyorum.O kadar çok ses var ki birbirinin aynısı, duymak istemiyorum...
Karanlık olmalı ki her şey, insanların görülmediğini düşündüğü anlarda yaktığım bir mumla gerçek yüzlerini görebileyim...Karanlıkta olmalıyım ki, beni aramaya gelen ışığı görebileyim...

Yitik Bir Aşkın Gölgesinde


Yitik bir aşkın gölgesinde, vatanı ve aşkı arasında kalmış ve sonunda her ikisini de kaybetmiş, her ikisine de hasret şekilde ölmüş Memduh Selim Bey'in hikayesi...Sürgün edildiği topraklarda bulduğu cennetini, vatanı ve halkı uğruna verdiği kavgada cehenneme çeviren bir adamın hikayesi...


Öyle etkiledi ki Memduh Selim'in aşk acısı, ağlayarak okudum her bir sayfayı...Çünkü bir zamanlar ben de birisini cennetim, vatanım bellemiş ama sonunda her ikisine de kavuşamıştım. O yüzden iyi bilirim bedenin ondan uzak olup yüreğinin, aklının onunla olmasını, ayrıldığında nasıl nefessiz kalındığını, sadece sana ait olduğunu düşündüğün ve taa içine işleyen gülüşü, nefesi, kokuyu...Şimdi her şey uzakta kaldı belki ama bana bir avuç dolusu kalp kırıklığı, bir şarkı ya da acı anıyla geliveren göz yaşı, yiten giden umutlar kaldı. Ama bütün bunlar benim hatamdı onun hiç suçu yoktu ki çünkü küçük bir çocuktu, benim için bu kadar büyük şeyleri ifade ettiğini nasıl anlayabilirdi ve sonunda çocukluğuna yaraşan bütün bencilliği ile benim bir parçamı beraberinde götürdü gitti...


"Her şeyin kendi zamanı var " derdi bir hocam. Evet benim Memduh Selim'i anlama zamanım şimdi idi. Ve inanın bu duyguyu başka bir hayat ile paylaşmak ve yalnız olmadığımı bilmek her şeye değer.

Eminim ki Mehmed Uzun, inancı uğruna cennetinden kovulan asil, yalnız, iyi yürekli Memduh Selim Bey'e gittiği yerde bir cennet yaratmıştır, tıpkı birisinin de bir gün benim için yaratacağı gibi...


Yazamama Korkusu


Birkaç aydır, küçükken ne olmayı ve yapmayı hayal ettiğimi bulmaya çalışıyorum. Maalesef bulamadım henüz. Bir anda hatırlamayı umuyorum...Ama bugün fark ettim ki belki de küçükken yapmaktan korktuğum şeylerin üzerine gidersem korkuların kapattığı hayallerimi bulabilirim. İşte yazmak benim korkularımdan birisiydi. Türkçe derslerinde giriş-gelişme ve sonuç basamaklarında kompozisyon yazmaya çalışmak benim için işkenceydi. Zaten aldığım notlar, bu işi o sistem içinde pek de iyi yapamadığımın kanıtıydı. Bu yüzden yazmadım hiç hatta günlük bile tutmadım. Çünkü zamanında yaşadığım ve benim için çok önemli olayların, üzerinden zaman geçtikten sonra öneminin yitirmesine katlanamıyordum. Ancak birkaç ay önce kendime mavi balıklı bir defter alarak hergün 3 sayfa yazmaya çalıştım. Sonra bu işi bilgisayarda daha rahat yapabileceğimi düşündüğüm için bu blogu oluşturdum. Yazdıklarım bana ait şeyler, benim kendimce dertlerim, düşüncelerim, korkularım bunları paylaşma derdinde değildim. Ancak fikrine önem verdiğim 3 arkadaşıma okuttum. Şimdi ise korkuyorum ya kelimelerim biterse diye...O yüzden sanki düşündüklerimin hepsini yazarsam geriye birşey kalmayacak diye korkuyorum...Yine içimdeki korkan çocuk konuşuyor biliyorum ama korkma korkan küçük Gözde, bu satırları kendin için yazıyorsun, yeni düşüncelere yer açmak için yazıyorsun, seninle aynı şeyleri hissedebilecek dostlarınla paylaşmak için yazıyorsun, korkularını gün ışığına çıkarıp kurutmak için yazıyorsun...Korkma küçük Gözde çünkü kullanılan kelimeler aynı olsa da sana o satırları yazdıran duygular hiçbir zaman aynı olmayacaktır...

İnandığınız Şey Hayatınız Olur


Seneler önce "Aşkın Gücü" adında bir kitap okumuştum. Konusunu tam hatırlamıyorum ancak aklımda kalan tek şey kitabın bir yerinde geçen "İnandığınız şey hayatınız olur" cümlesi. Bu cümlenin doğru olduğunu okuduğum anda biliyordum ama bu cümlenin ne kadar doğru olduğunu anlamam biraz zaman aldı...Şimdi görüyorum ki hepimiz, inancımızın yarattığı bir dünyada yaşıyoruz. Neye inanırsak inanalım seçimlerimiz ve çevremiz bu inanca göre şekilleniyor...İnancımızın izin verdiğini yapıyoruz..Peki bir şeye ne zaman inanırsınız? Bana göre inancı etkileyen üç şey var, yüreğin sesi, beynin sesi, dış dünyanın sesi (başta anne baba olmak üzere kapsama ve etki alanında olan herkes)...Üçünün arasındaki en tehlikeli ses dış dünyanın sesi, çünkü bu ses bizi yapamayacağımıza, birinin diğerinden üstün olduğuna, neyin doğru neyin yanlış olduğuna, nasıl yaşamamız gerektiğine inandıran ses...Bu ses o kadar tehlikeli ki bize ait olan yüreğin ve beynin sesini bile etki altına alabiliyor...O yüzden kendi adıma inandığım şeyleri sorguluyorum artık inancımın hangi sesten çıktığını bulmaya çalışıyorum...Ve yüreğimin sesini temel alıp üstüne beynimin sesini ekliyorum ve aralarda etkilerini hissettiğim kötü dış sesleri ayıklıyorum ve inancımın sesini oluştuyuroum...Bu ses bana korktuğum, uyuyamadığım gecelerde ninni; düşüp yaralandığımda ise kalkıp yeniden yürümemi, hayata tutunmam gerektiğini söylüyor...


Bana göre inanmak; puslu, karanlık, bir havada deniz feneri gibi limanınızın yolunu aydınlatır; tabii o limanda sizi nelerin beklediğini biliyorsanız...



Yalnızlık...


İnsan ne zaman yalnız hisseder kendini ve niye hisseder? Nedendir bu ait olma duygusu? Her insan kendini şanlıysa bazen yalnız hisseder. İnsan en çokta hayatın koşuşturmacasından sonra bomboş bir eve geldiğinde; derdini, sevincini, heycanını aslında gözlerinden orada olmadığı boş bakışlarından anlaşılan birine anlatırken; fiziksel olarak bir araya gelmiş ancak ruhen bir araya gelememiş insan topluluğu içindeyken; nasıl olursa olsun evinden ve ailesinden uzaktayken; bir yere ait değilken; en çok ama en çok da sevgiliye anlatılmak üzere biriktirilen hislerin, özlemlerin, beklentilerin onunla paylaşıldığında sıradan olduğu ve bir değerinin olmadığını anladığında yalnız hisseder..Sizi bilmem ama ben şimdilik ara sıra bu durumlarda yalnız hissediyorum..Ama aslında yalnızlık hiç de kötü değildir eğer tercihe bırakılmışsa. İnsan yalnız kalmalı bazen, düşüncelerini, kendini nadasa bırakmalı..İşlediği kötülükleri, kırdığı insanları,ne yaptığını, ne yapması gerektğini sorgulamalı, rahatsız etmeli kendini..Ve nadasa bıraktığı düşünceleri büyüdüğünde, iç hesaplaşmasını bitirdiğinde bir daha gelmek üzere terk etmeli yalnızlık evini..Ne güzeldir içine kapanmak, kapandıkça büyümek ve taşmak...Çok önemli değil bence ne kadar taşıldığı, kim ne olursa olsun ne kadarlık bir alan kaplarsa kaplasın yeter ki kabından taşsın..Ben bu ara nacizene kabımdan taşıyorum ve taşanlara tekrar taşması için yeni bir kap arıyorum...

Köy Ve Çocukluğum


Köy, köyüm, ne zaman aklıma düşse içimde ferahlık uyandıran tek yer...Öyle güzel anılarım var ki orada..Özellikle oradaki ışığın, gün içinde farklılaşması sonucunda oluşan aydınlık tonlarının hayatımda o kadar önemli bir yeri var ki..Nerede olursam olayım ne zaman günün herhangi bir anında çocukluğuma dair bir ışık yakalasam o zaman birçok şey gelir gözümün önüne; 2. ailem, o ailenin her bireyi, dağları, tarlaları,kel armudu, evimizin önünde uzanan yemyeşil buğday tarlası, yüzmeye gittiğimiz batar çıkar, avluda bamya yemeği, kendimi aiti hissttiğim tek yer belki de orası...Bir de evimizin misafir odasında babamın Ahmet Kaya (Resitaller 2 albümü) ve Sadık Gürbüz (Gurbet Bize Yazgı mı?)dinlemesi..İşte bu iki albümün benim hayatımdaki etkisi çok büyük..Ne zaman dinlesem 5 yaşıma dönüyorum. Tahta kütüphanesi olan yeşilli sarılı kanepemizde annemin aldığı cornfleksi cam kasede yiyiyorum..O kadar huzurluyum ki...Şimdi bunları yazarken gözlerim yaşlanıyor, çocukluğumu, geçirdiğim günleri yürek sızısı içimde anıyorum..Daha farklı olabilir miydim? Daha farklı bir hayatım olur muydu? Bilmiyorum, hiç bilmiyorum..Aa bir de hatırladığım babaannemin Almanca konuştuğunu zannetmemdi..Şimdi düşünüyorum ki ne kadar acı kendi anadilinde konuşamamak ve bunu saklıyor olmak..Kürtçe, Kürtler Antalya halkında hiçbir zaman tam olarak kabul edilememiş iki başlık...Şimdi yine bir albümle hayatımı değiştiriyorum..Bajar, bgst nin bir projesi, solisti Vedat Yıldırım ve Burak Korucu...Kardeş türküler zaten benim hayatımda çok büyük bir öneme sahipti nedense...Ne zaman dinlesem tarif edemediğim bir boşluk, bir açlık, bir çoşku içine alır sürüklerdi. Hatırlıyorum da anneanneme dinletirdim anlar mı diye..Zazaca bildiği için hatırlamasını sağlamak isterdim..Dedim ya hayatımda birçok şeyden uzaklaşarak mutluluğu, huzuru bulacağımı düşündüm ve hep öyle yaptım..Şimdi Bajar ile kaçtığım aileme, kökenime, Mehmed Uzun'a, hayatıma yaklaşıyorum..Bu tuhaf duygu beni hayatın rutininden çıkarıyor, odağımı, hislerimi değiştiriyor..Öyle ki içimdeki kıpırdanma ve ses arrtıkça dışardaki sesleri duyamıyorum..İç sesim öyle artıyor ki ne yapacağımı arayıp duruyorum...İlk defa kaçarak değil yaklaşarak huzuru buluyorum ve şükrediyorum...

Başka Türlü Bir Şey Benim İstediğim


Üniversite 2. sınıftayken akademisyen olmaya karar verdim. Bu seçim benim için hayatımın anlamı, yaşayış biçimi demekti..Ölümsüz olmak, öğrenmek, aktarmak, çoğalmak, farklılaşmak,üretmek demekti...Bunu elde etme yolunda hiç yapmamam gerektiğini sonradan öğrendiğim bir şeyi yaparak, yanlış bir sesi kendime rehber edindim ve o ses benim kaçtığım korkularımı getirdi bana, korkularımın şekli oldu...Annemin rolünü alarak, onu yadırgadığım ve ona kızdığım her şeyi birbir yaşadım..Çok şükür bir yerde canıma tak dedi ve o noktada o sesten, o şekilden kurtuldum..Tüm bu yaşadıklarımı değerlendirdiğimde hayalini kurduğum iki şeyin (akademisyenlik ve "bir" olma) istediğim gibi gerçekleşmediğini görüyorum.Ama çok şey öğrendim. Şimdi öğrendiklerimi toparlıyorum ve yeniden istediğim şeylerin ne olduğunu belirliyorum. İlk istediğim olan akademisyenlik kavramında yazdığım tez ve hocalarımdan aldığım tepki ile tatmin oldum. Ancak yolumu değiştirdim özel bir firmada çalışmaya başladım. Ama 2. seneye yaklaşırken beni birşeyler dürtmeye başladı. Bu muydu istediğim hayat? Herkesin kendi evrenini yarattığı kullar dünyasında onlardan farkı olmayan biri olarak, onların takdiri ve beğenisini toplamak için mi çalışacağım, ya da yaptığım kampanyalar ve daha fazla elde ettiğim kazancım mı benim iç huzurumu sağlayacak..Hiç sanmıyorum..Bu değil benim yapmak istediğim...Bu değil benim düşlediğim hayat...Hala aç hissederken bilgiye, öğrenmeye, ait olmaya...Bu değil içinde bulunmam gereken yer...Ama ne? Ama ne? Yıllarca bu soruyu sorup bir yanıt bulamama ihtimalim olmamalı...Ne olmalıyım? Tam burada Yeni Türkü'den bir şarkı geliyor.."Çember: Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın.Kendin içindeyken kafau dışındaysa, çağresi yok kardeşim, her akşam böyle içip kederlenip mutsuz olacaksın mehyane masalarında kahrolacaksın..."

2. istediğim şey de başka türlü...Aldığım her nefeste şükredeceğim, huzur duyacağım, güvende ve "bir" olacağım birisi..Bu isteğim hiç değişmedi, sadece daha da netleşti..

Ev


Çok uzun zamandır nereye ait olduğumu sordum durdum kendime...Sonra yakınlarda farkettim ki benim için güzellikleri temsil eden bir eve daha doğrusu bir yuvaya hiçbir zaman sahip olmadım.Güvende olduğum, içinde bulunmaktan gurur duyduğum bir yuvam hiç olmadı...Çocukluğum, ergenliğim, gençliğim huzurlu olmak için kaçmak ile geçti..Kavgadan kaçmakla, kültürümden kaçmakla, kendimden kaçmakla, ailemden kaçmakla...Bu yüzdendir ki hayatımın en büyük amacı huzur içinde bulanacağım bir yuvaya sahip olmak...İnanmak, birşeyin parçası olmak da en büyük açlığım..Kendi gerçekliklerimi de koruyabildiğim "bir" olduğum birisini bekliyorum...Buna dair korkularım da çok var...Her şeye rağmen biliyorum ve inanıyorum ki o kişi orada bir yerde ve ben ona ait olacağım, içinde bulunmaktan gurur duyacağım, benim için iyiyi, doğruyu, güzeli, inancı temsil edecek...Ve ben hayatımı daha anlamlı yaşayacağım..Diğer taraftan düşünüyorum kendi güzelliğimi, kendi yuvamı ben kurabilirim, birisi gelene kadar bunu ertelemem, bunu yapabilirim, hayatıma girecek insanla paylaşmaktan zevk alacağım bir hayat oluşturabilirim..O kadar karışık ki şu anda düşüncelerim sadece içimi boşaltmak için yazıyorum kimsenin beni okumayacağını bildiğim bir rahatlıkla...

Hayat beni sürüklese de bir yerlere inancımı asla yitirmeyeceğim...