Stardust, Neil Gaiman'ın bir romanı. Sevdiği kıza, sevgisinin göstergesi olarak yeryüzüne düşen bir yıldızı hediye etmek için yola çıkan genç Tristan'ın ve yolculuğunun hikayesi...

Seneler önce bana armağan edilmişti bu kitap. Uzun bir süre başucumda kaldı. Bundan birkaç sene önce de kitabı armağan edenle filmini izlemiştim. Bizim için özel bir kitaptı. Ama nedense o zaman filmden bugün izlediğim kadar etkilenmemiştim.

Sanırım ben de Tristan'ın gibi kendimi uzun bir yolculuğa adamışım ve yanımda olanları kaçırıp gitmişim. Neyse ki yolculuğumu tamamladım.

Şimdi Stardust'ı kaybolduğu kitaplar arasından çıkarma zamanı. Çünkü elimde bir tane Babil mumu var artık onu yakma zamanı geldiğinde olmak istediğim yerde olabileceğim.

The Tudors


Son bir haftadır 16. yüzyılda İngiltere’deyim. VIII. Henry artık son dönemlerine geldi. Hiç ayrılmak istemediğim için olabildiğince geç vedalaştım kendisi, kraliçeleri, çocukları, soyluları ve halkıyla. Şimdi de gerçek zamana dönemiyorum çünkü bulunduğum zaman asalet ve zarafetten uzak geliyor. Evet bu cümleyi okuduğunuzda o döneme ait birçok kötü şeyden bahsedeceksiniz biliyorum ama ben halktan bahsetmiyorum ki saray halkının kılık kıyafetinden , bazi asil olan insanların tutum ve davranışlarından bahsediyorum. O yüzden hiç üstüme gelmeyin bugün halkın içinde değilim.
Sanırım birkaç yüzyıl geç ve biraz alt tabakada doğmuşum. Çünkü eğer reenkarnasyon varsa önceki hayatlarımda kesinlikle soyluydum, mesela bir kraliçe, bir prenses, bir düşes, bir sultan vs hiç fark etmez kesinlikle öyleydim.

Hiiç

peace Uzun zamandır kendimle başbaşa kalamadım bu yüzden de kusmam gereken şeyleri yazmak için kullandığım bloğumu ihmal ettim. Şu anda hala kusacak birşey bulamasam da sadece depresif halimi anlatmaya alışık olan beni, mutlu halimi de anlatmaya zorlamak için yazıyorum. Ne kadar zor, kelimeler gelmiyor…

Bir ben var bu aralar benden öte mutlu olan, bir ben var bu aralar yaşadığı ve karşılaştığı şeylere şükranla bakan, bir ben var bu aralar ait olduğu yere götüren taşları toplayan.

Ne kadar sıkıcı:)) biraz malzeme toplamam lazım...

Kökler

kökler İnsan bulunduğu yere kök salmaya meyilli bir varlık sanırım. Kök salma durumu da sanırım salınan iyi olduğundan değil çoğu zaman yeni yerlerin nasıl olacağı bilinmezliğinin getirdiği korku ve bulunduğu yerin ne olduğunu bilmenin güveninden kaynaklanmakta.

Ben bu aralar köklerimi bulunduğum topraktan çıkarmaya çalışıyorum. Çünkü toprağım verimsizleşti, iyi beslenemiyordum biraz da zararlı hayvanların saldırısına uğramıştım. Ben de kendimi korumak için yeni bir toprak buldum içimde daha iyi beslenme umuduyla…Ama köklerimden kalbime yakın olanları sızım sızım sızlıyor. Çünkü onlar o verimsiz toprak içinde yaren, dost bulmuştu kendisine…Ne zaman susuz ve gübresiz kalsa oraya doğru yönelirdi…Onları bırakmak en acısı…Ama umuyor ki onlarla başka topraklarda yine karşılacak…

Herkesin yaşadığı ama kendisine has zannettiği tuhaflık içerisindeyim…

Özdemir Asaf’tan alıntı yapan Dostuma…

Ben size ne yaptım
Çağrı mı, armağan mı, ceza mı
Ne vardı böyle karşıma geçecek
Ben ne yazılar ne çizgiler yitirdim hatırlamadım
Ne var ki sizinki onlar gibi gitmeyecek…

Bir Yol Hikayesi…

inkum 23 Nisan tatilini fırsat bilen 9 arkadaşımla birlikte önce Amasra oradan da Safranbolu’ya gittik arabalarımızla. 23 Nisan’da sabaha karşı başlayan yolculuğumuzun ilk durağında saat 10 civarında Amasra’yı kuşbakışı gören bir tepede kahvaltımızı yaptık. Manzara inanılmazdı, mavi denizin üzerinde yeşil kara parçalarını izlerken kuş sesleri kulaklarımıza, rüzgarın ve deniz çam kokan nefesi ise yüzümüze vuruyordu.Kahvaltımızdan sonra Amasra merkeze indik ve  başladık turlamaya. Önce çok tatlı bir çiftin teknesinde Amasra turu yaptık, sonra Amasra’nın çarşında alışverişimizi yaptık üzerine Barış Akarsu’nun heykelinin bulunduğu meydanda denize bakan bir kafede bir şeyler içtik ve en sonunda da kapanışı Amasra’nın ünlü bir balıkçısında yaptık. Derken Amasra’yı ağzımızda güzel bir balık ve salata tadıyla bıraktık koyulduk Safranbolu yoluna…

İşte tam bu yol üzerinde bu tatilin en güzel anı yaşandı…İnkuma giden çamlık yolda çok güzel bir müzik eşlik ediyordu bize…Pamflüt ezgisiyle dolu bu şarkı büyüledi beni içime huzur doldurdu biraz hüznüyle birlikte…Şimdi bu satırları yazarken bu şarkıyı dinliyorum. Tatilin en güzel kazancından birisi oldu bu…

İkinci kazancım ise yerinde duramayan, maceraperest ve çokça da insan sohbetine düşkün olan Mehmet’in keşfettiği Hüsnü Amca oldu. İnanılmaz beyaz pos bıyıklara sahip, 50 yıldır Safranbolu’da bir dükkanda el emeği olan deri malzemeleri ve değişik parçaların satıldığı dükkanının sahibi olan Hüsnü Amca…O da ikinci kazancım oldu Mehmet’le bana elleriyle yaptığı deri bilekliğim ve ondan aldığım inanılmaz boncuklarımla hep onu hatırlayacağım…

Not:Mehmet ne acayip bir insansın sen…Ruhun bu zamana ait olmayan bir yerden gelmiş ve sıkıştığı bu yerde nereden geldiğini arıyor olmalısın ki sürekli geziyorsun.Aradığın şeyi bulman ama bu zamanı ve bizleri de bırakmaman dileğiyle..

Gürültü Ustaları

might get loud

Esvan’dan aldığım uyarı sonucunda bu belgeseli izlemeyen hassas ruhlara sesleniyorum; lütfen devamını okumayın çünkü belgesel hakkında biraz yorum yapacağım.

3 farklı gitaristin kendi tarzlarını oluştururken yaşadıkları farklı ama bir o kadar da aynı yolların anlatıldığı belgesel Jack White’ın köyde inekler arasında cola şisesi, tel ve tahta parçasıyla gitar yapmasıyla başlar ve yaklaşık 2 saat boyunca sizi müziğin yaratıcılığında dolaştırır. O kadar çok şey var ki değinmem gereken bu konuda bir sürü şey yazabilirim. Ama sanırım en doğrusu izledikten 2 gün sonra bende kalan tortuyu paylaşmak olur…

Belgesel size yaratıcılık yolunda tıkanmaların çok normal olduğunu paniğe kapılmamanız gerektiğini, içinizdeki çocuğu dinlemeniz gerektiğini (Jack White’ın küçük versiyonunu görürüz zira belgeselde), bir mabedinizin olması gerektiğini (The Edge’ın kaçtığı ve dalgalara karşı gitar çaldığı yer), yalnış açıdan baktığınızda karmaşık görünen şeylerin aslında bakış açınızı değiştirdiğinizde ne kadar net olduğunu anlatır gitar soloları eşliğinde…

Bir pazar gecesi bunları hissetiren belgeselden çıktığımda Esvan’a Jack White’ı neden daha önce fark etmediğimi söyleyip durdum…Blues temelli gitar çalması, baştan aşağı arıza olması beni o kadar etkiledi ki aşık oldum kendisine çünkü:))

Kendileri:)

jack'im

Not: Esvan iyi ki varsın da bunları paylaşıyorum seninle:):)

Atatürklü Reklamlar

240320102226176639575 Son 1-2 senedir sürekli farklı temaların işlendiği Atatürk’ün kullanıldığı reklamları izliyoruz. Sizi nasıl etkliyor bilemiyorum ama Anadolu Sigorta’ya ait en son reklamla artık bendeki sabır taştı. Ne amaçlanıyor bu reklamda bir anlam veremedim. Hangi mesajı almam lazım? Birkaç defa izleyince cevaplar gelmeye başladı…

Bu sene Elazığ’daki depremde köylerin geldiği durum ile reklamdaki 1924 Erzurum depreminde köyün geldiği durum arasında bir fark göremiyorum. Sene 2010 ama özellikle doğudaki köylerin içinde bulunduğu durum hala içler acısı. Atatürk’ün 6 ayda kurduğu kuruluşa 85 senedir önem verilmediği için mi hala insanlar kerpiç duvarların içinde yitip gidiyor, peki bu hayatların sorumluluğu kimde? O günden farklı olmayarak insanımız hala devletinden talep eder konumda değil, daha insani koşullarda yaşamak gibi en temel hakkını bile savunamıyor. Saltanat düzeni genlerimize işlemiş… Bunlar aklıma takılan ilk noktalar o zaman sorarım size reklamın sonunda yazdığı gibi biz nasıl KAYBETMİYORUZ?

Sorgulamadan yüzeysel bakarak, tabular içinde kalarak, açılım-kapanım, hukuk-guguk, anayasa-tasayasa arasında gidip gelerek her geçen gün KAYBEDİYORUZ.!!

Nice 85. senelere…Gerekli mesajı aldım…

Not: Ne kadar çok hala kullanmışım.